Orta Çağ Avrupa’sında Kentler Nasıldı?
Yazan: Oraj Algın
Düzenleyen: Melisa Acar & Ümit Sözbilir
Özet: Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Avrupa kentleri, oluşan güvensizlik ortamı ve ticaretin sona ermesi gibi sebeplerle eski görkeminden oldukça uzaklaşmıştı. X. yüzyılın ikinci yarısından sonra Avrupa’da yeniden canlanan ticarete bağlı olarak kentler de canlanmaya başlamıştı. Burg adı verilen büyük duvarların içinde kırsal kesimden oldukça farklı bir hayat süren Burjuva sınıfının oluşturduğu kültür mirası Orta Çağ’ı ve sonraki çağları her bakımdan etkileyecekti.
Batı Roma İmparatorluğu’nun V. yüzyıldaki çöküşünden önce imparatorluk toprakları, bir kısmı günümüze ulaşabilmiş olan kilometrelerce yol ile birbirine bağlıydı. Tüccarlar, askerler ve gezginler bu yollar sayesinde çok hızlı hareket edebiliyorlardı. Gerçekten de “Her yol Roma’ya çıkar!” sözünün hakkını veren bu yollar Eski Çağ’daki kentleri de birbirlerine bağlıyordu. Kent hayatı ile ticaretin merkezi olan bu kentler; surları, amfitiyatroları, meydanları ve dükkanları ile imparatorluğun görkemini yansıtıyorlardı. Roma, Pompei, Capua ve Constantinopolis bunlara örnek gösterilebilir.
Roma İmparatorluğu iç ve dış etkenler sonucu ikiye ayrılmış daha sonra da imparatorluğun batı kanadı çökmüştü. Tüm bunlardan Avrupa kentleri de olumsuz etkilenmişti. Başta Henri Pirenne olmak üzere bir grup tarihçi, Avrupa kentlerinin çöküşünün sebepleri arasına İslam, İskandinav ve Macar topluluklarının fetihlerini de eklemişlerdir. Söz konusu kentler, büyük duvarlarının düşmanlara karşı sağladığı avantaj sebebiyle insanlar tarafından kullanılmaya devam edilmiştir.
Avrupa’daki yollar tahrip olmuş, kentlere ulaşım zorlaşmış ve ticari hayat da tüm bunlardan nasibini almıştı. Bütün bu sebepler yaşamı kentlerden kırsal kesimlere yönlendirmişti.
Avrupa kentlerinin tekrardan canlanışı ticari hayatın X. yüzyılın ikinci yarısındaki yükselişiyle ilgilidir. Büyük lordlar, Avrupa’nın içine düştüğü bu güvensizlik ortamında kendilerini ve adamlarını korumak amacıyla duvar anlamına gelen burglar inşa etmişlerdir. Türkiye’deki bazı yer adlarında bulunan “burgaz” kelimesinin de etimolojik kaynağını oluşturan bu burglar, yeni kurulan Avrupa kentlerinin de ilk sınırlarını oluşturmuştur. Burg kelimesi hâlâ pek çok Avrupa kentinin de isminde bulunmaktadır. Zamanla bu kentler kendi içlerinde bir sisteme ve nüfusa sahip olmuşlardır.
Avrupa kıtası coğrafi özellikleri gereği farklı boyutlarda birçok nehre sahiptir ve bu nehirler aynı bir vücuttaki kılcal damarlar gibi Avrupa kıtasının içlerine doğru uzanmaktadırlar.
Roma İmparatorluğu’nun tüm Akdeniz’de yürütmekte olduğu açık deniz ticareti kendisinden sonra son bulmuş, Müslüman korsanlar Akdeniz’e ve onun önemli liman kentlerine hâkim olmuştu. Bu yüzden tüccarlar denize açılamamış ve nehirlerde ticaret yapmak zorunda kalmışlardı.
Orta Çağ Avrupa’sındaki kent hayatının yeniden canlanması iki şekilde gerçekleşmiştir: Birincisi zaten mevcut olan imparatorluk kentlerinin tekrardan imar edilmesi ve canlandırılmasıdır. Bugün hâlâ kullanımda olan aklınıza gelebilecek pek çok İtalyan kentini buna örnek gösterebiliriz. İkinci şekil ise yeni kurulan kentlerdir. Aslında tarihçeleri çok daha eskiye uzanan ancak Orta Çağ’da zirveye ulaşmış Paris ve Brugge bunlara örnek gösterilebilir.
Tipik bir Orta Çağ kenti, onu çepeçevre saran burglara, şehrin dört bir yanında bulunan kulelere, burgları çepeçevre saran içi su dolu hendeklere ve şehre giriş çıkışı sağlayan kapılara sahipti. Bugün de hâlâ İstanbul’da adında “-kapı” eki bulunan pek çok semt aslında bir zamanlar gerçekten de Constantinopolis’in kapılarıydı.
İşleri gereği çok fazla hareket halinde olan tüccarlar yolculukları esnasında barınma ve korunma gibi ihtiyaçlarını karşılamak için söz konusu kentlere gelmeye başladılar ancak her ne kadar özenle imar edilse de kentin duvarları içindeki alan sınırlıydı ve yeni imarlar sonucu bir süre sonra boş alanlar kalmamıştı. Yeni gelen tüccarlar ise şehrin devasa duvarlarının yanına küçük yerleşim birimleri kurmuşlardı. Forisburgus veya Port olarak adlandırılan bu yerleşimler bir çeşit banliyö (TDK’nin önerisiyle “yörekent”) idi. Yaygın ismiyle portlarda oturan bu sakinlere “portman” denirdi. Bu insanlar kentin orta kısmında kalan eski duvarlara benzer yapılar inşa ettiler ve zamanla kent bu iki duvarı da içine alacak şekilde genişledi.
Aslında herkesin söz konusu yüksek duvarlı Orta Çağ şehirlerine filmler, diziler, belgeseller, video oyunları ve animasyonlar sayesinde göz aşinalığı vardır. Osmanlı hükümdarı II. Mehmet’in 1453’teki meşhur Constantinopolis fethine kadar bu duvarlar kentleri koruyan yegâne yapılardı. Büyüklükleri ve kalınlıkları sayesinde bu duvarları aşarak kentin içine girmek gerçekten de çok zordu. Ancak II. Mehmet sayesinde barutlu silahların gücünün, duvarların koruyuculuğundan üstün olduğu ispatlanmış oldu.
Kentlerin duvarları içerisinde olup kendisini, duvarların dışında yaşayan kırsal kesim sakinlerinden ayrı gören yeni bir toplumsal sınıf doğdu. Burg kelimesinden türetilerek Burjuvazi (burgların içinde yaşayan soylu sınıf) olarak adlandırılan bu sınıf gerçekten de kırsal kesim sakinlerinden farklı olarak herhangi bir feodal lordun (derebeyi) koruması altında onun yarı kölesi olarak yaşamayan özgür bir sınıftı ve özgürlüğünü korumak gayretindeydi.
Burjuvazi sınıfını ağırlıklı olarak tüccarlar ve zanaatkârlar oluşturmaktaydı ve bu insanlar gıda ihtiyaçlarını kırsal kesimden sağlıyordu. Çiftçiler de zanaat eşyalarını ve tekstil ürünlerini kentlerdeki üretimden sağlamaya başlayınca birbirleri arasında alışveriş yöntemine dayanan bir ilişki başladı. Zaman içerisinde aralarında duvarlar olan bu iki sınıf birbirlerine muhtaç hâle geldi.
Tarih boyunca çeşitli savaşlar ve nüfus artışı dâhil pek çok sebep sonucunda Orta Çağ Avrupa’sının bir kutuyu andıran kentleri ilk sınırlarının belirlenmesini zorlaştıracak şekilde genişledi. Bugün hâlâ pek çoğu görkemli katedralleri, kiliseleri, kaleleri ve duvarlarıyla varlığını sürdürmektedir.